Her yıl, bir 10 Kasım sabahı, saat dokuzu beş geçe, Türkiye’de hayat durur. Sirenler çaldığında, fabrikalardaki makineler susar, trafikteki kontağı kapatır, yoldaki adımlar duraksar. Milyonlarca insan, hiç görmedikleri, sesini yalnızca kayıtlardan duydukları bir lidere saygı duruşuna geçer. Bu, dünyanın başka hiçbir yerinde eşi benzeri görülmeyen, kolektif bir bağlılık anıdır.
Bu an, sadece 87 yıl önce Dolmabahçe Sarayı’nda fiziken aramızdan ayrılan bir adamı anmanın ötesindedir. 09:05, bir milletin varoluş mücadelesinin mimarına duyduğu minnetin, bir fikrin ölümsüzlüğüne olan inancın ve o fikre sahip çıkma sorumluluğunun sessiz bir yeminidir.
10 Kasımlar, matem günleri olduğu kadar, aynı zamanda yeniden doğuş günleridir. Yas tutmak kolaydır; mirası anlamak ve yaşatmak ise zor olanıdır. Mustafa Kemal Atatürk'ü anmak, onun fotoğraflarına bakıp hüzünlenmekten ibaret değildir. Onu anmak, onun "Büyük eserim" dediği Cumhuriyeti ve o eseri ayakta tutan temel direkleri anlamakla mümkündür.
Atatürk, tarihe geçmiş birçok liderden farklı bir yerde durur. O, sadece askeri bir deha veya başarılı bir devlet kurucusu değildi. O, her şeyden önce bir aydınlanma filozofuydu. Yıpranmış bir imparatorluğun külleri üzerine yeni bir ulus inşa ederken, harcını attığı şey sadece toprak ve kan değil, aynı zamanda akıl, bilim ve çağdaşlıktı.
Onun mirası, müzeye kaldırılmış antika bir kılıç değil, bugün hâlâ yolumuzu aydınlatan bir pusuladır. Bize bıraktığı miras, dogmaların karanlığından kurtulup aklın ve bilimin ışığında yürüme iradesidir. Kadınlara seçme ve seçilme hakkını Avrupa'nın pek çok ülkesinden önce vererek, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sadece bir hak değil, bir kalkınma zorunluluğu olduğunu göstermesidir.
10 Kasım sabahları duyduğumuz o siren sesi, aslında bize basit bir soruyu sorar: "O'nun bıraktığı yerden ne kadar ilerleyebildik?"
Bugün, 87 yıl sonra, Atatürk'ü anmanın en derin yolu, onun ideallerini günümüzün sorunlarına karşı bir zırh olarak kuşanmaktır.
Onu anmak; "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" derken ne kastettiğini, bağımsızlığın sadece siyasi değil, aynı zamanda ekonomik ve kültürel olması gerektiğini neden vurguladığını idrak etmektir.
Onu anmak; "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir" sözünün, özellikle çağımızın bilgi kirliliği ve akıl dışı akımları karşısında ne kadar hayati olduğunu fark etmektir.
Onu anmak; "Yurtta sulh, cihanda sulh" ilkesinin, bölgemizi saran ateş çemberine ve dünyadaki kutuplaşmalara karşı ne kadar değerli bir reçete olduğunu yeniden görmektir.
Atatürk, mücadelesini şahsi bir ikbal için değil, "Türk milletinin layık olduğu çağdaş seviyeye ulaşması" için vermiştir. Bu hedefe ulaşmak, sadece bir anma ile değil, dinamik bir çalışma ile mümkündür.
Eğer Atatürk bugün aramızda olsaydı, muhtemelen kendisi için anıtlar dikilmesinden veya uzun yas konuşmaları yapılmasından çok, kurduğu Cumhuriyet'in bilimde, sanatta, teknolojide ve demokraside nerede olduğuna bakardı. Fabrikaların bacalarının tütmesini, üniversitelerin özgürce fikir üretmesini, gençlerin sorgulayan gözlerle geleceğe bakmasını isterdi.
Onun fiziken aramızdan ayrılışı, bir fikrin sonu değildir. Tam aksine, o fikirlerin millete emanet edildiği gündür. Dolmabahçe'deki 71 numaralı odada son nefesini verdiğinde, aslında milyonlarca vatan evladının kalbinde ve zihninde yeniden doğmuştur.
Bizlere düşen, bu 10 Kasım'da ve sonrasındaki her gün, o siren sesi sustuktan sonra başlayan sessizlikte, O'nun ideallerinin gürültüsünü duymaktır. O'nun gösterdiği hedef olan "muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkma" hedefi için durmaksızın çalışmaktır.
Çünkü Mustafa Kemal Atatürk için tutulacak en büyük yas, onun fikirlerine ihanet etmek; ona verilecek en büyük hediye ise Cumhuriyet'i ve onun değerlerini ilelebet payidar kılmaktır.
O, bedenen aramızdan ayrılmış olabilir, ancak kurduğu Cumhuriyet yaşadıkça, Türk gençliği aklın ve bilimin yolundan yürüdükçe, Atatürk bu topraklarda sonsuza dek yaşayacaktır.
Ruhu şad olsun. Minnetle, saygıyla ve bitmeyen bir özlemle...
