Suna, babasının sesindeki tedirginliği gidermek istedi. "Babacığım, benim de dikkatimi çekti ve sordum. Kuyumcuda çalışıyormuş ya, değerli taşları işlerken o koku üzerine siniyormuş."
Annesi, yüzünde endişeyle araya girdi: "Güzelim, baban giysisinin kokusundan bahsetmiyor, nefesinin kokusundan söz ediyor."
Kurtuluş Bey devam etti: "Tatlım, bazı soruları yanıtsız bırakması, aniden dalıp gitmesi, duygusal dalgalanmalar yaşaması... Hiç normal gelmedi bana. Bir ara eli titredi, bakışları o kadar korkulu ve boştu ki... Bir şey sakladığına eminim."
Suna birden gerildi. Bardağına uzandı, suyunu içti. Kaya'nın bazı tikleri, dalıp gitmeleri, ani duygu iniş-çıkışları vardı evet, ama bunların hepsi onun bir parçasıydı. Ve Kaya'nın kendisini sarmalayıp "Kuğu'm benim," diyerek sevmesine bayılıyordu.
"Siz onu anlamak istemiyorsunuz," diye çıkıştı, sesi titreyerek. Sandalyeyi hızla geri itti, sinirle sofrayı terk etti. Annesi ve babası, birbirlerine bakakaldılar.
"Zamana bırakalım," dedi annesi, kısık bir sesle. "Anlayacaktır."
"Umarım..." diye yanıtladı babası, bakışlarını kapıya dikerek. "Ama içimdeki bu kötü hissi bir türlü atamıyorum. Sanki bu çocuk, Suna'yı bir karanlığa çekiyor."
Günler birbirini kovalarken, evde o güne kadar görünmeyen, derin bir sızı büyüyordu. Bir akşam Suna eve dönmedi. Telefonu defalarca çaldı, cevap vermedi. Zaman uzadıkça evdeki hava ağırlaştı. Annesinin elleri titriyor, babasının bakışları giderek kararıyordu.
Aydan'ı aradılar. "Kaya ile birlikteydi," dedi, suçluluk ve kırgınlığın iç içe geçtiği bir sesle. "Zaten son zamanlarda benimle de eski yakınlığı yoktu... Sanki Kaya onu herkesten uzaklaştırmak istiyordu."
Polise başvurdular. Umutla, bir iz, bir haber, bir açıklama beklediler. Ancak aldıkları cevap, içlerini daha sızlattı.
"Yetişkin birisi," dediler. "İstediğiyle yaşayabilir."
Bu cümle, zihinlerinin duvarlarına çarpıp çarpıp döndü, her seferinde biraz daha can yakarak. Suna'nın kendi isteğiyle mi gitmişti? Yoksa Kaya'nın garip davranışları bu olayla mı ilgiliydi? Babasının kokusunu aldığı o tuhaf madde neydi?
Zaman geçti. Bu kez de bir akşam, Kaya evine gelmedi. Aslında bazı geceler çok geç gelmesine, anlamsız öfke patlamalarına, dengesiz tavırlarına alışmıştı Suna. Ama bu sefer farklıydı. Sadece geç kalmamış, sanki evini, kurduğu hayatı, "biz" dediklerini terk etmişti.
"Benim suçum," diye düşündü. "Ben seçtim, ben inandım, katlanmak zorundayım."
Ertesi gün, içindeki son umuda sarılarak Kaya'nın iş yerine gitti. Kuyumcu dükkânının kapısı mühürlüydü. Camda kocaman bir açıklama, neşeli vitrin ışıklarının yerine geçen kasvetli bir resmi yazı: "MÜHÜRLENMİŞTİR - YASAL İŞLEM DEVAM EDİYOR."
Polis merkezine gittiğinde öğrendi gerçeği.
Meğerse "kuyumcuda işlendiği" söylenen zümrüt, bazılarının çok değer verdiği yeşil yapraklarmış... Kaya, değerli taşları değil, başka şeyleri "işliyordu". Babasının nefesinde hissettiği o keskin koku, kuyumculuktan değil, üründen geliyordu.
Kaya, o "zümrütlerin" içinde boğulmuştu. Peki ya Suna? O ne haldeydi?
Suna artık geçinemiyordu. Önce halıyı sattı, sonra televizyonu, ardından koltuk takımı bir eskici arabasında uzaklaştı. Evin içi her satılan eşyayla biraz daha boşaldı, sesi daha çok yankılandı. Hayattan da kopmuştu; ne kendine özen gösteriyordu, ne yaşadığı yere. Saçları taranmaz olmuş, aynaya bakmayı bile çoktan bırakmıştı.
Kirlenmiş, sararmış perdenin ardına geçti bir akşam. Yoldan geçen insanların telaşlı adımlarını izlerken, kendi hayatını sorgulamaya başladı. Bir zamanlar umutla yürüdüğü o yolları, sıcacık kahkahalarla dolu sohbetleri, omzuna bırakılan gül goncasını...
Sonra duvara döndü. Arada bir, geçen otomobilin farları içeri süzüldü; duvara yansıyan gölgesini gördü. Gölgeler büyüdü, kocamanlaştı, duvara yayıldı. Sonra ışık çekildi, gölge inceldi, silikleşti ve yok oldu.
Demek ki, ışık yoksa insanın gölgesi bile olmuyordu.
"Işığımı terk ettim," diye fısıldadı Suna, neredeyse duyulmaz bir sesle. "Artık gölgem de kayboldu."
Olmuyordu. Karanlıkta yaşanmıyordu.
