Ormanın sabah sessizliği, ince bir sisin ağaçların arasına, hafifçe yerleştiği vakitlerde başlardı.
Kuşlar henüz uykudan yeni uyanmıştı; bazıları sabah serinliğini delip geçen ilk ötüşüyle var olduklarını dile getiriyordu.
Toprak, gece yağmurundan kalma nemini, yavaş yavaş doğan güneşe buharlaşarak bırakıyordu.
İşte o anlarda, bir çocuk belirdi patikada, ellerini kaldırmış, sanki gün ışığını yakalamaya çalışır gibiydi.
Aras’tı. Yedi yaşındaydı ve merak, onun en büyük özelliğiydi. Dünyayı gördükleriyle ve hissettikleriyle anlamaya çalışırdı.
O sabah, eline aldığı küçük bir kozalakla ormanın kalbine doğru yürümüştü. Aslında kozalaktan beklediği bir şey yoktu. Ormanın derinliğinde “ışığın kalbini” bulmak istiyordu.
Babasının bir zamanlar söylediği bir hikâyeden biliyordu o ışığı: “Ey oğul,” demişti babası, “her insanın içinde bir orman vardır. O ormanın derinliklerinde ise gizemli bir ışık. Onu görebilenler, kim olduklarını ve aydınlanmayı çözerler.”
Aras, çocuk kalbinin saf inancıyla bu hikâyenin gerçek olduğunu kabullenmişti.
Ormanda, avuçlarını göğe uzatırken, sanki o ışığın kendisine dokunduğunu hissetti. Güneşin yumuşak ışığı parmaklarının arasına doluyor, bir mucize gibi içini ısıtıyordu, gözlerini kapadı. Rüzgârın sesi, yaprakların hışırtısı, kuşların cıvıltısı, uzaklardan gelen derenin ve kuzuların melodisi… Her şey bir bütün olmuştu. Zaman durmuş gibiydi.
Aras, dünyayı nefes almayı bırakmış gibi hissetti. Ve o anda, gökyüzüyle kalbi arasında görünmeyen bir köprü kurulduğunu sezdi. Bu köprü, çocukluğun saf inancıyla bütünleşmişti.
Yetişkinlerin unuttuğu, her çocuğun içgüdüsel olarak bildiği bir şeydi bu: "Eğer inanırsan, evren seninle konuşur." O konuşmayı duymaya başladı Aras.
Yapraklar fısıldadı: “Bizi dinlemeyi unutma.” Toprak mırıldandı: “Bize bastığında sadece yürümüyorsun, geçmişte kalmış anıların da üzerine basıyorsun.”
Ve ışık dedi ki: “Beni arıyorsun, ben zaten sendeyim.”
Aras o an irkildi.
Gözlerini açtığında, elindeki kozalaktan parıltı yayılıyordu. Bu gerçek miydi, yoksa zihninin oyunu mu? Bilemiyordu, şaşkındı ve içi tarifsiz bir mutlulukla doluydu. Çünkü ışık, gerçekten onunlaydı.
Sanki uzun zamandır kayıp olan bir anlamı bulmuş gibiydi.
Bir süre ışığın sıcaklığına baktı. Sonra sessizce fısıldadı:
“Teşekkürler...”
Orman, Aras’ı duydu ve rüzgâr bir anlığına durdu. Bir yaprak usulca yere düştü, sanki doğa o teşekküre karşılık vermek ister gibiydi. Aras eve dönerken, gökyüzü turuncuya dönmüştü.
Babasının hikâyesini düşünüyordu.
Belki de o büyüleyici ışık, ormanda değildi. Belki de babasının asıl anlatmak istediği şey, insanın kendi içinde taşıdığı o küçük, sönmeyen umuttu.
Yıllar geçti. Aras, büyüdü baba oldu. Aynı patikada, Fırat ve Nil ile yürüyüşe çıktı. Çocuklarına, şunları söyledi:
“Balalarım, her insanın içinde bir orman vardır. O ormanın derinliklerinde gizemli bir ışık saklıdır.
Onu görebilenler, kim olduklarını ve aydınlanmayı anlarlar.”
O anda Fırat, ormanın derinliklerine baktı, ışığı arar gibiydi.
Göremiyordu. Biran sonra yüzünden tebessüm yayıldı, geçmiş ve gelecek birbirine karıştı. Zaman yine durdu… Fırat, patikaya yoğunlaştı, eğildi yerden bir çakıl taşı aldı, ellerini ormana doğru öğe kaldırdı, tıpkı yıllar önce Aras’ın yaptığı gibi.
Çakıl taşı parlıyor ve ısı yayıyordu. Ve orman, kâinata yayılan sonsuz bir döngünün, mutlu ve sessiz kaynağı oldu.
İlginçti, kız kardeşi Nil, anlamlandıramadığı huzuru yaşıyordu. Şaşkındı, kimse kendisine iltifat etmemiş olsa bile, yumuşacık bir yumak kendisini sarmalamış gibiydi... Yerden bir kuru yaprak aldı, Fırat'a sevgiyle sundu.
Aras, çömeldi çocuklarına sarıldı, ikisini de yanaklarından öptü. Yaşadığı saadet doyumsuzdu...
