Sonbaharın solmuş yaprakları, ormanın içinden süzülen rüzgârla birlikte şelalenin serin suyuna karışıyordu. Gökyüzü griye dönmüş, dağların doruklarını sis yutmuştu.
Ve o gün, dört dağcı sessizce granit bir duvarın dibinde duruyordu. Ellerinde halatlar, metal kancalar ve bir de iki büyük kumaş; biri kırmızı, biri ise kırmızının içinde bir portre...
Bayrak ve o yüz, yalnızca birer sembol değildi onlar için. Bu ülkenin var oluşuna, kimliğine, onuruna ve geleceğine dair birer işaretti.
Oğuz, ekibin lideriydi. Saçlarına dağların karı düşmüş olsa da, gözlerinde hâlâ gençliğin inadı vardı. Kaya kütlesine baktı; yüzünde kararlı bir gülümseme belirdi.
“Hazırsanız, başlayalım arkadaşlar. Bugün sadece tırmanmıyoruz, tarihe iz bırakıyoruz,” dedi.
Halatlar gerildi. Ayaklar, soğuk kayanın yüzeyinde çukur aradı. Şelalenin sesi, adeta bir marş gibiydi. Her su damlası, atılan her adımı alkışlıyordu.
Dağcılar yükselirken, altlarındaki dünya küçülüyordu.
Ormanın uğultusu, rüzgârın fısıltısına karıştı.
Oğuz’un elinde Türk bayrağı vardı; arkadaşı ise Atatürk’ün portresini taşımaktaydı. İkisinin arasındaki bağ, yalnızca iplerle değil derin bir saygıyla donanmıştı.
Şelalenin yan duvarında, Oğuz durdu.
Kayanın pürüzlü yüzeyine tutundu.
“Bu taşlar, bizim geçmişimiz,” dedi. “Serttir, dirençlidir, sırtını dayarsan seni düşürmez. Cumhuriyet de böyledir. Zorluklarla dolu ve güven veren bir kaya gibidir…”
Arkadaşları sessizdi. Çünkü biliyorlardı; Cumhuriyet, yalnızca bir yönetim biçimi değil, bir insanlık sözleşmesiydi.
Bir halkın, kendi kaderini eline alma cesaretiydi.
Önce saygıyla, Türk bayrağı açıldı.
Aşağıdaki seyircilerden alkış koptu, rüzgâr ona eşlik etti.
Kırmızı renk, gri kayalara değdiğinde, bir anda çevredeki renkler değişti.
Sararmış yapraklar altın sarısına dönüştü.
Sonbaharın pas rengi bile canlı bir tona büründü.
Oğuz, bayrağın köşesini düzeltti ve fısıldadı. “Bu bayrak, kanla değil, umutla yıkandı. Tarih öncesinde Orta Asya’dan başlayarak, 4.500 sene önce Hakkâri’den Denizli’nin kırsalına kadar taşlara kazındı. Türkmenlerin halı ve kilimlerinde, Kızılderililerin cepkenlerinde kalp üzerinde yer aldı.”
Diğer dağcı, Atatürk’ün portresini açtı.
Suyun döküldüğü noktadan gelen ince sis, yüzün üzerine denk düşüyordu; sanki doğa bile o yüzü kutsuyordu.
İçtenlik ve coşku dolu alkışlar karşısında, dağcılar huzur yaşadı. Çünkü en kutsal görevi yerine getirmişlerdi.
O anda, gökyüzünde bir açıklık belirdi, güneş utangaçça bulutların arasından süzüldü, bayrak ve portreyi aydınlattı.
Ekip ve seyirciler bir süre sessiz kaldı.
Yalnızca suyun sesi vardı ve o ses, sanki geçmişle bugünü birleştiriyordu.
Sessizliği Oğuz bozdu, kaya duvarından haykırarak;
“Cumhuriyet, bize yön verdi.
Karanlıktan aydınlığa giden yolu gösterdi.
Cahil kalmasın diye çocuklarımıza okullar açtık.
Kadınlarımızı, erkeklerle eşitledik.
İnsan, insan olduğu için değer kazansın diye adaleti ilke yaptık.
Ve bütün bunların temeline, aklı ve bilimi koyduk.”
Rüzgâr, onun sözlerini aldı, şelalenin yankısına karıştırdı.
Sanki dağlar bile onu dinliyordu.
Bir süre sonra ekip aşağıya indi.
Yorgunluk umurlarında değildi, gözlerinde huzur vardı.
Çünkü biliyorlardı ki o bayrak ve o portre, yalnızca bir kayanın üzerine değil, insanların kalbine asılmıştı.
Dağcılar seyircilerin arasına karıştığında, birkaç çocuk yukarıya bakıyordu.
Birinin elinde küçük bir defter vardı.
Heyecanla sordu:
“Amca, o bayrak niye orada?”
Oğuz gülümsedi.
“Çünkü” dedi, “biz nereden geldiğimizi unutmamak ve nereye gideceğimize odaklanmak için yükseklere bakarız. O yücelerdeki bayrak bize, içimizdeki aydınlığı ve umudu gösterir.”
Çocuk başını kaldırdı, bayrağın dalgalanışını izledi. Sözleri defterine yazdı.
Gözlerinde hayranlık vardı.
Ve belki de o an, geleceğin bir mühendisi, bir öğretmeni, bir bilim insanı doğuyordu.
Şelale çocuklara ümit verircesine akmaya devam etti. Denizlere, Oğuz’un sözlerini iletti.
Bayrak dalgalandı, Atatürk’ün bakışları suda yansıdı.
O gün dağlara asılan iki kumaş değildi, bir şükran ifadesiydi...
