Mikdat BESNİ

Tarih: 02.12.2025 09:48

*Cama Esaret*

Facebook Twitter Linked-in

Fotoğraf ve öykü: Mikdat Besni

Sadık, birden doğruldu, sesindeki kararlılık duvarlara çarptı:

“Yağız! Hadi kalk, gidiyoruz!”

Yağız, her zamanki sakinliğiyle başını çevirdi: 

“Nereye?”

Bu soru, Sadık’ın sinirine dokundu. Yüzü bir an gerildi, sesi sertleşti: 

“Elinin körüne! Nereye olacak? Bıktım buralardan… Her zamanki yerimize!”

Yağız’ın itiraz edecek hâli yoktu. İçinde hafif bir merak, belki de özlem kıpırdandı. Omuzlarını silkti, sessizce Sadık’ın peşine takıldı.

Güneş, ufuk çizgisine doğru ağır ağır eğilirken, iki dost, adımlarının ritmini toprağa bırakarak yürüdüler. Rüzgârın taşıdığı kuru yaprak hışırtıları, uzaklardan gelen çoban köpeklerinin havlamalarına karışıyordu. Yol uzadıkça, şehirden, gürültüden, kalabalıktan uzaklaştıklarını daha çok hissediyorlardı.

Sadık için bu yürüyüş, zincirlerinden kurtulmanın ilk adımıydı.

Sadık, her zamanki gibi “ağacına” kavuştuğunda, yüzündeki gerginlik yerini derin bir dinginliğe bıraktı. Bu ağaç, onun için yalnızca bir gölge değildi; sığınaktı, sırdaştı, yılların tanığıydı.

Ocağına çömeldi, alışkanlıkla eli hızlandı: Ateşi tutuşturdu, ağaca astığı çaydanlığı indirdi. Dereden süzülerek nazlı nazlı akan suya eğildi; suyun yüzünde titreyen gökyüzünü seyreder gibi oldu bir an. Sonbahar yaprağının dalından koptuğu o sessiz an gibi, çaydanlığı doldurdu, yavaşça ocağın üstüne yerleştirdi.

Ağaç, ateş, su… Hepsi yerini alınca, sanki görünmez bir perde kapandı ve dünya, ikisinin etrafında daraldı.

Sadık, çaydanlığa gözünü dikti. Derin bir nefes aldı, düşüncelerin koyu sularına daldı. Issızlık, ruhunu besliyor, kalabalık ortamlarda alamadığı nefesi ona geri veriyordu. Ağacıyla yaptığı o sessiz sohbetleri, hiçbir insanın sohbetiyle değişmezdi.

Kafasını hafifçe çevirip seslendi: 

“Hadi gel,” dedi, yumuşak bir tonla. “Gel yanıma…”

Yağız, başını papatyalardan kaldırdı. Gözlerinde hafif bir oyunbazlık, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme vardı. Cevap vermedi. Ama bakışları açık ve netti:

“Papatyalarla birlikte olmayı yeğlerim…” der gibiydi.

Sadık, bu sessiz cevabı anlamakta güçlük çekmedi. Hafifçe gülümsedi; ama gülümsemesinin ardında ince bir hüzün gizliydi.

Düşünceleri ağırlaşırken, ocağın üstündeki çaydanlık hafif hafif tıkırdamaya başladı. Başta duyulmaz gibi gelen sesler, sonra ritim kazandı. Sanki Sadık’ın iç dünyasına ayak uyduruyor, nabzıyla yarışıyordu.

Sadık başını kaldırdı, çaydanlığa dikkatle baktı.

“Tık… tık… tık…”

Sanki biri fısıldıyordu:

“İnsanlar çok değişti, değil mi?”

Sadık, boğazında biriken sözcükleri artık geri tutamadı:

“Evet…” diye başladı, ince bir acıyla. “İnsan, artık insanı umursamaz oldu. Kendilerini camdan dünyaya mahkûm ettiler. Başlangıçta o alet camdan yoksundu; yalnızca kulakla ağız arasında yer alan, insanla insan arasına kurulan bir köprüydü. En çok da sevgiliyle…”

Derin bir iç çekti. Sesinde öfkeyle karışık bir kırgınlık vardı.

“Sonra o lânet cam eklendi… Gözle el arasına yerleşti. Bizi esir aldı. En kötüsü de beyni devre dışı bıraktı; düşünmek neredeyse imkânsızlaştı.”

Bu sözler havaya karışırken, çaydanlık daha gürültülü tıkırdadı, adeta söylenenleri tasdik edercesine.

Sadık, gözlerini kısmış, kendi kendine konuşur gibi mırıldandı: 

“Önceleri daha büyük bir başka cam vardı, değil mi? Odalarımızda baş köşeye yerleşmişti…”

Çaydanlık, yeniden bir ritim tuttu: 

“Tıkır… tıkır… tıkır…”

 

Sadık, devam etti: 

“Ve cam gelmeden evvel perde vardı; insanları ağlatan, güldüren bir perde.”

Kendine kızar gibi başını salladı: 

“Sakalı zamanında kesmeliydik… Berbere söz geçiremedik.”

Gözlerindeki hüzün, yorgunluğa dönüştü. İnsan denen varlığı tüketen, ruhunu kemiren sorunlar, omuzlarına bir yük gibi çöktü. Dayanamadı; başının altına bir tutam otu yastık yaptı, sırtını ağacına yasladı. Göz kapakları ağırlaştı.

Akşamın alacakaranlığında, gökyüzü derin bir mora bürünürken, ufukta dolunay yavaşça yükseldi. Sanki gök, sahnenin perdesini açmış, ayı başrole çağırmıştı.

Yanı başındaki Yağız, sabırsızlanmaya başladı. Sadık’ın başının altındaki otları tek tek çekiştirdi,sarsarak onu uyandırmaya çalıştı.

Sadık, gözlerini araladığında, ilk gördüğü şey, göğü ikiye bölercesine parlak duran dolunay oldu. Bir an yerini, zamanını unuttu.

Şaşkındı.

Hissettiği bu aydınlık, dolunayın ışıltısından mı geliyordu, yoksa çaydanlığın ruhunda uyandırdığı farkındalıktan mı? Ayırt edemedi. Ama bildiği bir şey vardı: İçinde bir yer, uzun zamandır ilk kez bu kadar canlı hissediyordu.

Dolunay, sanki onların sessiz sohbetine katılmak için gelmişti.

Sadık, ayın etrafındaki hâleyi seyre daldı ve usulca konuşmaya devam etti:

“Bir zamanlar insanlar doğayı izler, varlığı düşünürdü, değil mi? Gök kubbeye bakar, aklını, kalbini, ruhunu aynı anda çalıştırırdı. Ama sonraları… Değerlerini yaptıkları aletlere yüklediler. O aletler ise insanlığı, düşünceyi ve özgürlüğü ellerinden aldı.”

Dolunaya yeniden baktı. O akşamki ışığı her zamankinden daha görkemli, daha keskin, daha yakıcıydı. Sanki söylenenleri onaylıyor, “Haklısın,” diyordu.

O esnada Yağız da, toprağı tırmalamaya başladı; patileriyle yeri eşeliyor, başını hafifçe sallıyordu. 

Adeta, “Haklısın…” diyordu.

Sadık, yerinden doğrulup ayağa kalktı. Yağız’ın kalın, yumuşak tüylerini parmaklarıyla araladı; sevgiyle saçlarını okşadı. Sonra tekrar başını göğe kaldırdı.

Dolunay, sarının ve turuncunun ince bir melodisiyle süslenmiş gökyüzünde, evrenin uçsuz bucaksızlığını hatırlatıyordu ona. O an, kendinin ne kadar küçük, evrenin ne kadar büyük olduğunu bir kez daha iliklerine kadar hissetti.

Derin bir nefes aldı. İçine çektiği hava, sanki göğün ta kendisiydi.

“Teşekkürler dostum…” dedi, Yağız’ın kulaklarının dibini okşarken.

Sonra ağır ağır yerine, taşının üstüne oturdu.

Çaydanlık sessizleşmişti. Ama Sadık, ona bakarken hâlâ içinden bir şeyler duyuyordu sanki. Çaydanlığın dışı, simsiyah bir is tabakasıyla kaplanmıştı; fakat içi, dolu olduğu için pırıl pırıldı.

Bardağını yeniden doldurdu. Buharı, gece serinliğinde ince bir tül gibi havaya karışıyordu.

Çayından bir yudum alırken kendi kendine mırıldandı: 

“Hiçbir şeyin yalnızca dış görünüşüne aldanma Sadık. İçi boş olanları umursama. Dolu olanlara değer ver…”

Sözleri, dudaklarından dökülürken, zihni hâlâ camın gölgesinden kurtulamıyordu. Sanki görünmez bir el, onu tekrar tekrar aynı yere, “cama” geri çekiyordu.

Gözleri bardağına kaydı. Şeffaf camın ardında, onu ısıtan, besleyen bir içecek vardı. Ama modern dünyanın camları öyle değildi. Aklından geçirdi:

“Bunlar insanı beslemiyor… Derdini almıyor… İçimizi ısıtmıyor, aksine soğutuyor. Zamanı çalıyor, cepleri boşaltıyor…”

Kalbinde ince, keskin bir sızı hissetti.

O anda, zihninde Ali Şeriati’nin sözleri yankılandı: 

“Artık köleler taksitle yaşıyor ve borçlu olarak ölüyor.”

Ufuktaki dolunay, bu sözlerle aynı anda daha da parlar gibi oldu. Sanki, 

“Evrenden daha büyük kütüphane mi var? İçindeki kitaplar, düşünenler için yeterlidir,” 

der gibiydi.

 

Yağız da başını kaldırdı, gözleri dolunayla Sadık arasında gidip geldi. Sanki bu doğru sözü onaylarcasına göğsünü kabarttı, bir servi ağacı gibi dimdik göğe uzandı. Gelinen düşünce katmanını, içgüdüsel bir coşkuyla kutlar gibiydi.

Sadık, dostunun bu hâline gülümsedi. Elini uzatıp bu kez sırtını okşadı. Aralarındaki sessiz bağ, sözlerden daha gürdü.

Sonra sakince etrafı toparladı. Çaydanlıktaki suyu, ağır ağır ateşin üzerine döktü. Alevler, cızırdayarak geri çekildi, korlar sönmeye yüz tuttu. Gökyüzündeki ışık kalırken, yerdeki ışık yavaşça yok oldu.

Sadık, son bir kez ocağa baktı ve derin, kararlı bir sesle konuştu: 

“Bana ilham vermeyen, hayatlarını ya da hayallerini abartarak sergileyen insanlarla, yalan dünyayla ne işim olur ki?”

Sonra, bir dosta veda eder gibi ocağına ve meşesine el salladı. 

Yağız’la birlikte, eve dönüş yoluna koyuldular.

Arkalarında kalan meşe, ufukta yavaş yavaş kaybolurken, Sadık’ın zihni hiç olmadığı kadar berraktı. Sanki camdan bir kafesten çıkmış, gökyüzünün altındaki gerçek dünyaya yeniden doğmuştu.

Ve o gece, Sadık, göğe son bir kez bakıp fısıldadı: 

“En azından ben esir değilim…”

Galaxy cihazımdan gönderildi


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —