Adam, loş bir sokakta yürürken, reklam panosunun ardına sığındı. İçindeki tanıdık ses yine kulağında yankılandı, “Görülmemelisin. Ama her şeyi görmelisin.”
Elleri yavaşça yüzüne doğru yükseldi, parmakları kamış perde gibi gözlerini örtüyordu.
Parmakları arasındaki ince boşluklardan dış dünyayı izlemeyi sürdürüyordu; vitrinleri, kaldırımları, yolu ve tüm bu sahnenin derinliğindeki hareketsizliğin ayrıntılarını taradı.
Ellerinin oluşturduğu maskenin ardında, kendini korunaklı hissediyordu.
Görünmezliğiyle güvende ve olduğu yere zincirlenmiş gibiydi. Maskesinin ardında, yakalanamazdı ve dolayısıyla kontrol sahibiydi, ya da öyle zannediyordu.
Gerçekte saklandığı yer, dışarının tehditkâr kaosu değildi; kendi içindeki korkuların yoğun karanlığıydı.
Peki, bunun farkında mıydı?
İnsan, bilinmezlikten korunmak için önce kendisini gözlerden siler. Kimliği bir gölgeye dönüşüp büyüdükçe ona hükmettiğini sanır. Adam da böyle olmuştu. Çehresi silikleşmişti; ne tam karanlıktı ne de aydınlık. Ruhu ise bir alacakaranlık kâbus ortamında sıkışıp kalmıştı.
Elleri, yüzünde adeta taşlaşmış gibi durdu. Çevresinde bir duvar yükseliyordu; döndü, yine duvarla karşılaştı, derin bir kör kuyunun içinde gibiydi.
İnsan, duvarların arasına çekiliyorsa, ne yazık ki orası bir hapishaneye dönüşürdü.
Nefesi giderek hızlanmaya başladı; maskesi artık hava almasını bile kısıtlıyor gibiydi. Soğuk parmaklarını hissetti, yüzüne mühürlenircesine yapışmıştı.
Ben kimim? diye sordu sessizce. Sorusu avuçlarına çarpıp yankısız bir boşlukta kayboldu, yanıt gelmedi.
Sonunda dayanamayıp gözlerini açtı, yetmedi daha da büyüttü bakışlarını. Çünkü artık ellerinin maskesi, bilinçaltındaki perdelerden arınmak için yeterli değildi.
O an fark etti ki görmek; çoğu zaman istemedikleriyle yüzleşmekti. Ve görünmemekse, sadece bu yüzleşmeden kaçınmanın farklı bir yoluydu.
Yakınında ışıkları sönmüş bir mağaza duruyordu. Vitrinine uzun süredir bakamamıştı. Bakar bakmaz kendi yansısıyla karşılaşacağını biliyordu.
Elleri yüzünden ayrılmak istedi ama parmakları titredi. Deve dikenleri parmaklarını ısırır gibiydi. Zira yıllardır saklamaya çalıştığı şey yalnızca yüzü değil, onun ardındaki derin boşluktu.
Kendine herslendi, çünkü gerçeklerden kaçış, dikenlerin ardına sığınmak gibiydi.
Sonunda parmakları gevşedi ve bakışlarını vitrine çevirdi. Yansımasına kilitlendi. Yansı, ona başka biri gibi görünmesini sağlamadı, süslemedi ya da değiştirmedi. Yalnız ve yalnız gerçeği sundu.
Karşısında, yorgun bir yüz gördü. Saklanarak tükenmiş bir ruh. Her şeyi kontrol ettiğini zannederken kendi korkularına boyun eğmiş bir insan…
Bu kez başkalarının ona bakışı değil, kendi gözleriyle yüzünün derinliklerine ulaştı. Ve o an bir hakikati kavradı.
“Kimliğimi gizleyerek dünyayı kontrol edemem… Kendimi görmeden hiçbir şeyi göremem…”
Karanlık, artık ona bir zindan gibi görünmüyordu. Düşünmenin ve çözüm bulmanın kapısını aralıyordu.
Sahile özlem duyan denizin dalgaları, yüreğinde köpük köpük kabarmaya başlamıştı.
Aynalar düşman değil, dost olmuştu.
Ellerin, saklanmak ya da korunmak için değil, hayatın ağırlığını taşımak için var olduğunu hissetti.
Adam derin bir nefes aldı ve ellerini yavaşça indirdi. Bu sefer, karanlığın içinde ilk kez kendi gerçek yüzüyle baş başaydı.
Sanki kuyunun duvarları yıkılmış ve zihni nilüfer çiçeği gibi açmıştı.
Onun için bu tanışma sessizdi, belki kimse için anlam ifade etmezdi ama içindeki özgürlüğün anahtarı buydu.
Çünkü insan, maskesini indirdiğinde yok olmazdı… Var olurdu.